28 Şubat 2010 Pazar

CİHANGİR VE ANILAR

Geçen hafta çoktandır gitmediğimden güncelliğini kaybetmiş banka bilgileri için uğradığım Cihangir her zamankinden farklı geldi bana. Henüz Cihangir Cumhuriyeti ilan edilmeden İzmir'den İstanbul'a yaşamak için ilk geldiğim semtti Cihangir. O zamanda şimdikinden az değildi sanatçı tayfası. Ama magazin sütunlarında bu kadar meşgul etmezdi gündemi. Henüz sınıf atlamamıştı(!) . Çoğu hala dönmelerin ve yosmaların mekanı olarak bilirdi Cihangir'i. Oysa ilk geldiğimde sanatçıların varlığı sebebiyle mahalle baskısının yokluğundan mıdır yoksa ilk geldiğim yer olmasının etkisinden midir bilmem, ben hep bir parça İzmir'i bulmuştum Cihangir'de ve çok da sevmiştim. Tam 5 yıl oturdum; az değil. Yatmaya az kala gece yarısı saat 1 belki de 2 çıkardım sokaklara Doxy ile , malum ihtiyaçlarını gidermek üzere. Bir kere bile önüme çıkan bir serseri ya da laf atan biri ile karşılaşmadım onca yıl . Bilmiyorum , İstanbul'un diğer semtlerinde o saatte dışarda olsaydım neler gelirdi başıma. Sanki bir mahalle değil evimin kocaman arka bahçesiymiş gibi hissederdim . Sıkıldığımda ve hava almak istediğimde Doxy ile sıkça geldiğimiz merdivenlere geldim yine. İçim, esen havadan o kadar ferahlar ve uçmak istediği ile dolardı ki salıverirdim Doxy'i koşsun ve benimle o anı paylaşsın diye. Her defasında olduğu gibi Doxy merdivenlerden aşağıya inmekle kalmayıp yokuş aşağı patikadan Karaköy'e inip beni inim inim inletirdi arkasından. Gördüm ki o patika doldurulmuş, çocuk bahçesi ve yürüyüş alanı yapılmış, düzenlenmiş ve daha güzel bir hal almış. Merdivenlerin başından İstanbul'a baktım. O zamanlar bakarken hissettiklerim çok ama çok farklıydı. Neler hissettiğimi o kadar iyi hatırlıyorum ki ! O günleri anarken bile tıpkı aynı heyacanı hisseder içimin coşkusunu dindiremezdim . Farklı heyecanlarım , beklentilerim ve umutlarım vardı. Oraya koşup ağladığımda döktüğüm gözyaşlarımın adı farklıydı şimdiden , Zühre farklıydı o zaman. Öyle olsa gerek ki ben yine aynı kareye baksam da aynı şeyleri,aynı hisleri bu sefer hiç ama hiç hissedemedim ve şaşırdım kendime, yüreğime. Ana kucağından gelip İstanbul'da yer almaya , mutlu olmaya çalışan o küçük kızı heyecanlandırmak kolaydı o zamanlar, ağlatmak da . Şimdi..şimdi farklı bir gözle baktım yine koca İstanbul'a. Bu sefer hiç bir beklenti duymadan, hiç bir dilekle tutunmadan baktım zamana ,içim kıpırdamadan. Çalan telefonla birlikte yürümeye başladım Karaköy'e. Geliyorum dedim, hemen geliyorum . Koşarak indim hatıralardan kaçarcasına, bu sefer iyiler bile yetmedi bana. Toplu mezarda ,öte yana yolculuk yapsınlar istedim. Şimdi benim olanlara kucak açarcasına açtım ellerimi kimseye aldırmadan havaya. Şükrettim bir kez daha bugüne ,bu Zühre'ye ve sahip olduğum herşeye.



22 Şubat 2010 Pazartesi

( ! )


Sevdadan yorulmuş kalbimin , içine kimseyi almamaya karar verdiği bir dönemde çıktın karşıma. Yorgun, hırpalanmış kalbin en son isteyeceği bir heyecandın sen. Artık kimsenin üzemeyeceği kararı alınarak defter sonlandırılmıştı, tekrar açılmamak üzere. Yeter di. Bu kadar yeter olmalıydı. Artık dingin sularda yüzmeli, ayağımın değdiği yere kadar gitmeli ve bu kadarı beni mutlu etmeliydi. Kontrol bende ( ! ) olmalıydı. Baktım görmedim , işittim fakat duymadım seni . Sen istediğin için yanımda olabilirdin, ama ben istemiyordum; gittiğinde birşey hissetmemek için. İlk defa güçlü hissediyordum ; bağımsız ve yüksüz kalple. Birşey beklemediğini bildiğim halde çok hasta olduğun gün telefon açıp benden şefkat bekleme dedim sana, böyle kabullen ; eğer istiyorsan beni . Ben böyleyim ( ! ) , dedim. Daha da güçlendim, hür hissettim yüreğimi .Bak oluyormuş dedim, ne güzel . Ne aşk, ne sevda, ne de yükü yok artık üzerimde .Ohhh tam da istediğim gibi ( ! )
Kırıla kırıla hırpalanan , hırpalandıkça da hoyratlaşan kalbin karşısında dimdik durmaya çalışırken umrumda bile değildin (!) .
Ben senin bir bir kanatlarını kırarak güçlenirken (!) bir gece uyuduğumu düşündüğün bir saatte bana veda sözcükleri fısıldadın . Gidiyorum dedin. Gidiyorum ama sen mutlu ol diye , gidiyorum ama seni seviyorum diye, gidiyorum çünkü sen beni bul ve tut diye dedin .
Gözlerimi açmak ve gitme demek istedim , diyemedim; çok kırıldım artık korkuyorum, diyemedim; sensiz bundan sonrasını bilemiyorum diyemedim,diyemedim... Gözlerim kan ağlarken sabahı bekledim , birşey diyemedim. Uyandığında herşey farklı olsa, herşeye yeniden başlasak ve sen hep yine ve yeniden yanımda olsan' dı .
Uyandığında sana "GİTME" dedim. Sadece "GİTME ! " .
Bana sıcacık, sevgiyle, bağışlayan , sorgulamayan gözlerle gülümsedin ve elimi tuttun. Ve hala hiç bırakmamak üzere verilen yeminle tutmaktasın.


Yüreğimdeki duvarları kırmak kolay olmadı.Duvarlarımı kendimi korumak adına sağlamlaştırırken seni kırdım ve kırdıkça da güçlendim sandım. Yanıldım, hem de çok. Bana tüm hayatını adamaya, hayatımda hiç tatmadığım anları yaşatmaya hazır,cesur, aşk ve sevda dolu gözlerle bakan mükemmel adamı gün ağarmaya az kala tuttum. Çok geç olabilirdi ; duvarlarımı kaldırmaya tam zamanında ve çok da hazır olduğumu anlamak için. Şanslıyım, çok !

Böyle bir yazı, belki okuma ihtimali düşünülerek , yüreğindeki yaraların hala kanadığını düşünüp, duvarlarını kalınlaştırmaya çabalayan, çabaladıkça daha da kıran ve aslında kırılan, karşısında belki de ona istediği herşeyi vermeye hazır ve onu çok mutlu edecek bir adamı görmek istemeyen tatlı bir prenses için yazıldı.


Aşksız ve sevdasız kalmamak dileğimdir.







10 Şubat 2010 Çarşamba

ÖZLEM...


Zaman zaman gözlerimi kapatıp tulumba sesini duyumsarım. Dedem yüz defa çekildikten sonra sürahinin doldurulmasını tembihlemiştir yine. Mutfaktan gelen takunya sesleri anneannemin kahvaltı hazırladığını anlatıyor bana. Avluya giriş çıkışların sıklaşması artık kalkmam gerektiğini anlatıyor bana. Demek çay da demlenmiş, mis gibi kokuyor. Anneannem yanıma gelip yanaklarımı okşayarak uyandırıyor beni. Salkım söğütün hemen altındaki tulumba ağzından su içen kurbağa ile karşılaşıp selamlaşıyoruz. Huşu içerisinde herşey, aslına uygun. Pencere önündeki hanımeli ve güller olanca sevimlilik ve neşe içinde gözkırpıyorlar bana. Anneannem ilkini sabahın beş buçuğunda dedemle ikincisini de benimle birlikte yapmak üzere kurulmuş kahvaltı sofrasına , bekliyor. O elma kırmızısı yanaklardan alınan koca bir öpücükten sonra radyodan eşlik eden arkası yarınla birlikte sonlandırıyoruz öğünü. Merakla ertesi sabahı bekleyerek yapıyoruz kritiğini . Sonra ver elini dut , sıkıldın mı yemiş , oradan bağ içi; bağa ilk geldiğim günün ilk dakikaları dedemin kurduğu salıncak, oradan yolamaça çıkan yoldaki kargılar ve kargı uçlarından yapılan düdükler, harman yeri, nalbant amcalar, Uslu komşular, yörükler, Nilüfer Abla'nın muhteşem çiçekleri, akşam üzeri dedemin yol başından gelen motorsiklet sesi, koyunlara kesilen karpuz-kavun kabukları, anneannemle yaptığım kurabiyeler, elektrik yokluğunda yapılan sohbetler , dinlenilen müzikler , yanan lüks lambası fitili , dakikalarca süren çabalar, gaz lambasının loş ışığı ve gaz kokusu, çıtlatılan çiğdemler, biraz duvara biraz da kafama çarpan dev ışık kelebeği, peygamber böcekleri , kaplumbağalar, ezberlenen dualar, anneanneye eşlik etmek adına bilinmeden kılınan namazlar , rüzgarın uğultusu , anneanne-dede kokusu, sevgisi , güveni ve özlemi .... Tekrar sabah oluşu ve tekrar tekrar beni ve benliğimi saran sevgi kuşağı.

Özlüyorum, çok özlüyorum herşeyin olması gerektiği gibi doğal , yalın ve mutlu yılları, anları , kirlenen dünyayı algılayamayan yaşları. Özlüyorum, çocuk bakan gözlerde endişesiz ve beklentisiz olmayı.

6 Şubat 2010 Cumartesi

ABİDE


Yağmur yağacak

Ve sevgi fışkıracak topraktan

Büyümeğe devam ederken beni yakalayacak

Ben de seni !

Uçacağız en yükseğe , nefes kesen doruğa

Bir abide olacağız sevgi adına .


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...