11 Aralık 2010 Cumartesi


Ahmet Kaya ile liseli yıllarda tanıştım. Dinlediğim müziklerden çok farklı "özgün müzik" etiketliydi ama yüreğime değdi. "Ağlama Bebeğim" albümünü ağabeyim ile birlikte tüm gün dinler, bıkmazdık. " Hasretinden Prangalar Eskittim " ile hüzünlenir, yarınlar için umut beslerdik. Kürt olduğunu bilmez, ilgilenmezdik. Sol yanı ağır basar, bizi buradan yakalardı. Yurt dışına çıkmaya zorlanan ve hatta zorla gönderilmesine sebep olan hadiseler o gün de , bugünün Türkiye'sinde de makul sebepler değildi; bana göre. On yıl önce ölüm haberini Türkiye'den de önce yakın arkadaşına gelen telefon haberi ile aldığımızda gözyaşlarına boğulmuştuk. Hak etmemişti, erken ve ülkesinden çok uzakta olan ebedi ayrılığı.

Bugün köprülerin altından çok sular aktı. Sular durulmadı, temizlenmedi de. Ancak o gün Türkiye'si ile bugünkü arasında çok şey değişti. O gün kendisini yurtdışına apar topar çıkartan, def eden devlet bugün cenazesinde kendisini anacak, hazır olacak ; tam kadro. Muhalefet ise yok!!! Nasıl? Neden? Bu bir günah çıkartma mı? Sorulara verilecek cevaplar hazır ama samimi değil. İnandırıcı hiç değil. Bu anma toplantısını Türk-Kürt savaşının durmasına katkı sağlayacak bir adım, politik tavır ve oy taktiğinden uzak, basiretli ve objektif devlet adamlığı tavrı olarak tarihe geçmesini arzu ederdim. Türkan Saylan'ın mevcut iktidarı ve yarattığı sinerjiyi eleştiren tavrı sebebiyle Türkiye' ye katkıları gözardı edilerek cenazesine bir Allah'ın kulu iktidar mensubu devlet adamının yokluğu, yapmaya çalıştıkları şeyin hayrını (!) görmeme engel oluyor.


İnandırıcılıktan yoksun, mayınlı politik tavır ve söylemlerin yer aldığı ve mide bulandırdığı gündem içinde , yumurta ve yuhalanma ile karşılanan devlet adamlarının korkulu rüyasının ne yazık ki herkesten fazla gerçeği analiz edebilen üniversite gençliği olması ne kadar hazin verici.


Bugün oturdukları koltukları boşalan yerden dolduracak mülkiyelilerden aldıkları cevap yarın Türkiye'sinde günışığının daha aydınlık ve ferah olacağının cevabıdır ve bizim umudumuzdur.


15 Kasım 2010 Pazartesi

KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!


Bu aralar zamansızlıktan arkadaş bloglarını takip edemediğim için kendi bloğumdan Bayramınızı kutlar herkesi bayram sevinci ve coşkusuyla kucaklarım.
Sevgilerimle!

12 Ekim 2010 Salı

SEN


Sevgili misin? Hayır


Aşığım? Hiç değil


Sen..


Sen sıla hasreti, anne kokusu


Sen gün ışığı, iyot kokusu


Sen bildiğim, bana ait herşeyin ortağı


Kayıplarımın sesi, soluğu


İç sesim , çığlığım


Sen pişmanlığım , sorgularım...


Sen...



Sen , tüm soruların cevabı

Uzanıp da tutamadığım elsin.










ZÜHRE




6 Ekim 2010 Çarşamba

DOSTLAR


Anılarla ve kahkaharla dolu harika iki gün geçirdim. 2004'den beri ABD' de yaşayan ve neredeyse 5 yıldır görmediğim canım dostum, kardeşim Nihan geldi. ABD macerası başlamadan önceki tüm aşamaları birlikte yaşamış ilk gidişinde arkasından hüzün ve endişe dolu gözlerle el sallamıştım. Ama o buradaki başarılarına orada da hergün bir yenisini ekleyerek gurur kaynağım olmaya devam ediyor. Başarılarından sadece biri olarak ünlü çizgi film Pembe Panter'in yine onunla özdeşleşen müziğinin bestecisi Hanry Mancini adına kurulan Enstitü' nün açmış olduğu beste yarışmasında dereceye girmek. Daha ne diyeyim! O bir kompozitör, o bir ressam, o bir müzisten ... uzayıp gider.


İstanbul'a geldiği günün akşamı eve gittik. Balkız önce edalı edalı baktı ardından üzerine atladı. Sofrayı hazırlayıncaya kadar Nihan'a evi gezdirmekle başlayıp çekmecesindeki tüm kıyafetleri bir bir gösterip yerlere attı. Sonrasında saklanbaç, zıplama , atlama, çığlık atmaca....Nihan'ın kardeşi tatlı Aslı'nın BAlkız'a özel yaptığı çiçek kız aparatları ile BAlkız süslenerek, Nihan'ın Bursa'dan kumaşlarını alıp hepimize özel olarak diktirdiği Arnavut Şalvarları ile şalvar partisi yaptık.Aman ne rahatmış. Benim kocişin yorumu hemen şöyle oldu: " Ecdat işi biliyormuş" :)). Tevekkeli babaanemle anneannem kışın pazen, yazın basma şalvar diktirir; ancak gezmeye giderken "entari" giyinirdi.

Gece Balkız'dan arta zamanlarda hep konuştuk, konuştuk ve bolca güldük.Anlatacak şeyler o kadar birikmiş o kadar susamışız ki birbirimize.


Sabah erkenden Balkız'a yakalanmadan çıktık evden. Duruşmanın olmadığı gün olması beni rahatlatırken ofise vardık.İçeri girer girmez diğer kankamız Yeco'yu aradık . Yeco benim İstanbul maceramın ilk tanığı, ortağı ve benim bu şehre alışmamdaki ilk desteğim.Ona çooook şey borçluyum çok! O benim Beyoğlu Ofis Maceraları'nda anlattığım biricik ortağımın ablası. Benim dostum, sırdaşım. Nihan'la ikisi hayatımın en zor , en karışık ve en mutsuz günlerimin ortağı olup birlikte geçirdiğimiz harika anıların baş kahramanları. . DOST! Dost diye düşündüğümde hep ikisi gelir aklıma burda. Vazgeçilmezlerim..


Yeco'nun gelmesiyle birlikte üçlü bir sarılış !!! Bağırış, çağırış ve kahkahalar çınlattı kahvaltı sofrasını. Neler hatırlandı, neler anlatıldı..2001 ve 2002 yılbaşını birlikte geçirdiğimizi unutmuşuz. Bir gece evdeki tüm likörlerin üzerine içtiğimiz şaraplar sayesinde insanlıktan çıktığımız an.. Aman Yarabbi neler yapmışız. Belki o zamandan beri ben hiç içmiyorum.Hatta tövbeliyim :)) Gittiğimiz konserler, insan manzaraları; bir sürü anektotlar !


Saatler çok çabuk geçti ve ayrılık vakti geldi. Yeco işleri sebebiyle erken vedalaşırken Nihan'da birkaç alışveriş sebebiyle İstiklal'e çıktı. Birkaç saat sonra tekrar telefonlaşıp buluştuk Nihan'la. Uzun zamandır özlenen kumpirle midemizi doyururken sohbete devam ettik. Bu arada kumpir İzmir'de ilk çıktığında ben üniversite 1. sınıfta okuyordum ve o zamanki adı da " Baked Patato" idi. Nedense yıllar sonra İstanbul'a geldiğimde adının kumpir olarak değiştirildiğini öğrendim. Bunu eşime anlatığımda ilk tepkisi " tabii siz İzmirliler sosyetesiniz, sosyete! " oldu :))


Ayrılıkları hiç sevmem, vedalaşmaları da. Ne yapacağımızı bilemedik Nihan'la. Birkaç dakika ayrılamadık birbirimizden. Seneye görüşeceğiz demek ağır geldi bize.Kısa bir hesapla en iyimser tahminle 8 ay sonra görüşebileceğimiz çıkamadı dilimizden. Ben işin kolayına kaçıp ağlamamak için 15 gün sonra görüşeceğiz dedim. 15 gün sonra !! Evet evet dedi Nihan'da dolu gözlerle. Hasrete hasret yüklenen sevgiyle sarıldık tekrar tekrar.. Umarım 15 gün kadar kısa gelecek ve geçecek süre içerisinde tekrar görüşürüz niyetiyle arkama bakamadan salındım ofise.


İnsanın hayattaki en büyük kazançları olarak elde ettiği dostlarla hayatın nasıl anlamlı ve katlanılır kılındığını düşünürken içim ısındı ; eve gidiş yolu
bile kısaldı.


İyi ki varsınız!!

7 Eylül 2010 Salı

UNUTMAK


Son bir kaç yıldır unutkanım. Bu sene had safhaya çıktı. Oysa unutmak isteyip de unutamadığım bir dolu şey varken, unutmamam gerekenler bir bir dilini çıkarıp el sallıyor bana . Bu tatilin , bir kaç gün hasta olmamın dışında , zihnime çok yarayacağını düşünürken dün ofis kapısı çaldı. Karşımda iki adam ve bir çocuk. Kocaman gülümseyen gözlerle ve benim onu tanıdığımdan çok emin ifadeyle " Abula merhaba !" .

Ben şaşkın " Pardon kimi aramıştınız ".

Adam " Zühre Abula ben... ben !! " .

I-ııııh, hıık ! Gözüm bile ısırmıyor.

"Valla tanıyamadım, çok özür dilerim; biraz tanıtsanız" .

Aklımda içeride müvekkilde; toplantının en derininde kalkmışım. Adam Taksim diyor, kartonpiyerci, boyacı diyor, bende ı-ııııh. Tanımıyorum. Gülümseyen dudaklar hafif hafif kapanmaya, bakışlar alınganlığa doğru kaymaya başladı. Valla tanımıyorum, ne yapayım şimdi !!! Tanıdım desem onu bunu soracak ve ben cevap veremeyecek saçma, samimiyetsiz bir gülümsemeyle sohbetin sonunu bekleyeceğim. Adam ordan girdi burdan çıktı baktı olmadı

" abula, tabii aradan çok sene geçti de ondan tanıyamadın " deyip iyi günler diledi.


İçerde müvekkil ile toplantı kaldığı yerden devam etti etmesine de benim akıl adamda kaldı biiir, unutkanlığım içime dert oldu ikiiii, böyle giderse bir müddet sonra ofise diye çıkar kendimi Bitlis'de bulabilirim üüüüç.


Keşke unutmak istediklerim silinse , duyduklarım uçsa zihnimden ağır ağır dönmemecesine, yaşamamış olmayı yeğlediklerim farklı bir durumla yer alsa hayatımda......ne güzel olurdu....


Yorgunum,çok yorgun !!


Anneannemi düşündüm.....Alzheimer'lı zihninin ona oynadığı oyunlar sayesinde etrafında dönen insanlık zaafiyetini algılayamıyor olmasına sevindim , belki ilk kez. Belki ilk kez , benim nur yüzlü , elma yanaklı canım anneanneme musallat olan bu hastalık için Allah'a şükrettim.




19 Ağustos 2010 Perşembe











Yukarıdaki benim Zefra'm. O bana Züfre der ben ona Zefra; taaa yıllardan beri. Gözümüzü açtığımızdan beri birlikteyiz, arkadaşız,dostuz,kardeşiz biz. Annesi anneme kırk gezmesine geldiğinde ben dört aylıkmışım. Burada olduğumu duyunca iki çocuğunu da arabaya atıp geldi beni görmeye. O kadar güldük o kadar güldük ki ara ara çocuklar yanımız gelip gelip anne iyi misiniz diye sordular. Halbuki biz biraraya geldiğimizde hep böyleyiz ama onlar bilmiyorlar. Annesi Güler Teyzem kapıyı çalıp girer, hadi anlatın bakayım ben de güleyim derdi. Biz birbirimize bakıp bakıp tekrar gülmeye başlardık çünkü bizi herşey güldürmeye yeterdi, anlatacak birşey bulamazdık, bulsak bile başkalarına saçma gelebilirdi. Onca seneden sonra gülmek için bahane aramaya ihtiyaç duymadığımızı görmek mutlu etti bizi. Balkız da Zefra'nın çocukları da bizim katılıp katılıp yerlere yatmamıza pek şaşırdılar. Performansımızdan birşey yitirmemişiz :))


Yıllar geçiyor ama bulunduğumuz, bıraktığımız noktadan devam ancak dostlarla mümkün oluyor. Onların varlığını hissetmek güç katıyor. Eksilmemesi, artması dilğiyle yıllar geçsin ve biz hep böyle kalalım dedik ve vedalaştık.


Yukarıda mutlu BAlkız fotoları iftiharla sunulur :)))
Herkese sevgilerle !!

10 Ağustos 2010 Salı

BİR-İKİ BİR-İKİ İZMİR İZMİR







Karşımda babam ritim tutuyor , tv de Candan Erçetin Vardar Ovasını söylüyor ,ben eşlik ediyor bir yandan yazıyor, BAlkız bu şenlikte anneannesinden masal dinliyor...Bugün saat 17 e doğru indik İzmir'e. Oradan arabayla doğru Özdere'ye. Özlemişim hem de çok. Hem gözüm hem gönlüm dinlendi. Mandalina bahçeleri, bellenmiş toprak, zeytin ağaçları...İstanbul'un neminden sonra burası sıcağa rağmen cennet geldi bana. Balkız yolda üzmedi beni. İlk defa büyüdüğünü hissettim. Öğle uykusu uyumadığı halde saat 23.55 ve hala ayakta !

Memleketimin , anamın, babamın , evimin kokusunu çekiyorum içime taa en derinlere ki hiç çıkamasınlar diye..

3 Ağustos 2010 Salı

HACİZ-DAYAK-HUKUK DEVLETİ


Yeni avukatların kaderidir icra işi. İlk önce bu işe koşullanırlar.İlk şoku burada yaşarlar. Farklıdır icra işi, icra avukatlığı. Her işin ayrı bir sahne ve senaryo olduğunu kabullenir , oyunu kuralına göre oynamayı öğrenirsen zevkli bile gelebilir. Benim için öyledir. Öyledir çünkü binbir türlü olay yaşamışımdır;sonradan hepsi komik gelir. Komiktir ama çok da tehlikelidir ve bu uğurda pek çok meslektaş can vermiştir. Bu durumda aklıma gelen ilk laf " Elalemin derdi beni gerdi " dir ama nafile. Küfür de yersiniz,beddua da, üzerinize de yürünür; türlü türlü durumlar... Çok şükür bu güne kadar hiç dayak yemedim. İlk haciz işlemi yaptığımda stajyerdim.Eve geldiğimde kimseyle ne görüşmek ne de konuşmak istedim. Yemek yemeden yattım ve sabah kalktığım da böyle bu işe devam edemeyeceğimi düşünüp bir karar aldım. Cüppemi çıkarır gibi çıkaracaktım tüm yaşanılanları kapının önünde, sokmayacaktım içeriye. Böyle giderse ya kanser olur ölecek ya da bu işi bırakacaktım. Ve bu işin içinde olmayanların kolay kolay anlayamayacağı bir ruh içine büründüm zamanla. Buna belki de mesleki zırh yada ruh denilebilir mi? Evet belki de öyle.


Dün hacze çıktığım günlerden biriydi. Sıradan bir gündü. Benim haczim kaçıp bırakılan iş yerini haciz kanalıyla açtırıp tespitinden ibaretti. Hacze adliye aracıyla icra memuru eşliğinde birkaç avukat -stajyer avukat yada iş takipçisi birlikte çıkılır, şöförün seçtiği güzergahtan sırayla işe başlanılır. Dünkü ilk güzargah Başakşehir'di. Bayan avukat gidilecek yer için mutlaka polis alınması gereğinden bahsetti. Memur karakolu aradı ama iş yoğunluğu sebebiyle ekip verilemeyeceği söylendi. Bu sefer 155 aranarak durum anlatıldı. Gelen ekiple birlikte apartmanın dördüncü katına icra memuru, avukat hanım ve şöför birlikte çıktılar. Beş dk. sonra evden gürültüler, daha sonra bağırtılar gelmeye başladı. Yukarıda iki polis olduğunu biliyorum. Aşağıda da üç polis. Karşı apartmandan bir kadın çıkıp karşıda siyah bluzlu kadını dövüyorlar birşeyler yapın diye bağırdı. Polise " Eyvah bu Avukat Hanım koşun lütfen " diye bağırdım. Aynı anda Avukat Hanımı üç defa cama çarptıklarını gördüm. Amaç cam kırılsın ve oradan yere çakılsın. Polis ne yapacağını şaşırmış bakıyor, ben bağırıyor derken icra müdürü çıktı kapıdan saç baş dağılmış ağlıyor. Kurtarın dedi avukatı. Polis içerde hiç birşey yapmıyor, yapamıyor. Derken Avukat Hanım yüzü tırmıklanmış, göğsünde ve baldırında tekme izi üstü başı dağılmış bir vaziyette çıktı. Kana susamış, dillerini anlayamadığım bir düzine insan pencerelerden sarkmış sadece anladığım pis k....tak , o.......pu lafları. Olayın baş failleri iki adam polis eşliğinde aşağıya indi ama poliste hiç icraat yok. Biz baskı yapıyor adamları kelepçe eşliğinde minübüse bindirilmeleri gerektiğini söylüyoruz ama gördüğümüz görüntü aciziyetten başkası değil. Yaklaşık bir saat sonunda polisler adamları araca bindirmeye ikna etti, nüfus cüzdanlarını dahi görmeyi başaramadan. Aklıma insanca yaşam ve hak mücadelesi için yürüyen yurdum insanı ve onları gaz bombası altında sindirerek coplayan polisler geldi. Gözaltında kaybolan insanlar, gençler ; saçma sapan şeyler yüzünden tartaklanan,aşağılanan insanoğlu... Onlar başka polisler miydi ? Onlar polis miydi ? Peki bunlar kim ?? Haklı-mağdur , haksız- zanlı, cahil- mütecaviz, aydın-taarruz-hedef. tezatlığı. Bu böyle uzayıp gider.


Arzu edilen ne yetkisini aşan ne de aciziyeti içerisinde sapla samanı karıştıran polis. Arzu edilen tek şey devletin tüm kurumlarının tam yetkili ve donanımlı çalıştığı bir HUKUK DEVLETİ. Tek eksik bu !

19 Temmuz 2010 Pazartesi

BEN HER BAHAR AŞIK OLURUM


Müzik bir beyefendiyi daha uğurladı notalar eşliğinde. 70li ve 80 li TRT nin hüküm sürdüğü yıllarda onun gönlünden süzülen melodiler hüküm sürerdi. Asu Maralman'ın " Bal Gibi Olur", Sezen Aksu'nun " Ben Her Bahar Aşık Olurum", Neco " O Şarkıyı Henüz Yazmadım", Coşkun Demir " Sanki Dün Gibi" aklıma geldikçe hala söylediğim, mırıldandığım şarkılar arasındaki yerlerini korur. Bu gün hala hatırlarda silinmemiş melodilere imza atmış olması popüler müzik için suya yazılmış notalardan çok daha önemli ve kalıcı yapıtlar ortaya koymuş olduğunu gösterir. Hiç bir bestesi saçma sapan sözlerle birleşip ucuz kokan mal niteliğinde olmadı. O bir müzik adamıydı. Tam bir beyefendiydi.
Lise yıllarında sürekli kasedini dinlediğim ve sahnede de görme imkanı bulduğum Müşfik Kenter' in "Bir Garip Orhan Veli" nin müziklerinin yanısıra " Uyuyan Güzel" müzikali, M.Ali Birand'ın " Galatasaray Belgeseli" , Haldun Taner'in " Bu Şehr-i İstanbul Ki" oyununun, Kültür Bakanlığı'nın hazırlattığı " İpek Yolu" belgeselinin müziklerini de yapmış, uluslararası ve ulusal pek çok müzik festivallerinde ödüller almıştı.
Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde müzik yorumları yapan üstadın 800 bestesi bulunuyordu.
Yüce Yaradan'nın gittiği yerde de seni notasız bırakmaması dileklerimle, uğur ola büyük üstad !

15 Temmuz 2010 Perşembe

TEK


SENLE "TEK" SIRRIMIZ OLACAK

TEK GÜNAHIMIZ

TEK ORTAK YANIMIZ

BU !




BAĞLAR MI BİZİ?

YANA YANA DİZER Mİ?

BİRLİKTE YANMAYA

DEĞER Mİ?




EL ELE...

DİZ DİZE...

BEN VARIM !

ÜSTLENİRİM.

HERŞEYİ PEŞİN PEŞİN

ÖDERİM.




SEN "TEK" BANA KAL !

BENİM OL!

BEN DE SON BUL!

HESABI BEN ÖDERİM.



ZÜHRE

13 Temmuz 2010 Salı

YORGUNUM


YORGUNUM..



GEÇMİŞ ZAMAN KATİLİYİM.
SÖZLER DİZGİDEKİ YERİNİ ALMIŞKEN
REDDEDİYORUM.




YANLIŞ OLAN BEN,
SENDEKİ DOĞRUYU BULAMIYORUM.
YÜZLEŞMEYİP KAÇARKEN
ARKANA DÖNMEMENİ DİLİYORUM,
İSTEMİYORUM.



YORGUNUM..




SENDE VAR OLDUM DERKEN
KAYBOLUP GİDENE EL SALLIYORUM.
SORUYORUM.
ALAMAYACAĞIM CEVAPLARI
BAŞTAN BİLİYORUM.



SENDEN SONRA YOL ALINACAK
TÜM ZAMANLARI
YAŞADIM.
İSTEMİYORUM.



YORGUNUM..



SESSİZLİKLE BOĞUŞAN ÇIĞLIĞI
KUCAKLIYORUM.













ZÜHRE













VİCDAN


Balkız sekiz buçuk aylıktı full time çalışmaya başladığımda. Kendi ofisimin yanında iki firmanında hukuk müşavirliğini yapıyor, istekleri doğrultusunda tüm gün mesai harcıyordum. Ofis, şirket ve adliye arasındaki koşuşturmadan sonra eve geldiğimde ilk zamanlar Balkız yokluğumu pek hissetmediğinden bakıcı ablasının kucağından bana atlama talepleri olmazdı. Burulurdu içim , için için.. Annelerin arkasından ağlayan çocuklar her ne kadar üzüntü verici bir durum yaratsa da isterdi içim, için için...Zaman içinde Balkız büyürken, ablasının kucağından bana uzanmaya, sonraları boynuma kafasını gömüp yarım saat koklamaya vardı. Mutluydum. Çocuğum yokluğumu hissedip beni özlüyor diye. Bencilce bir annelik dürtüsüyle. Şimdi ise Balkız nerdeyse 4 yaşında ve bazı günler ofise gideceğim, annem gelsin, annem yedirsin, annemle oynayayım v.b diye uyandıktan sonra babası ve ablasına olmadık eziyetler yaşatıyor. Mutlu muyum? Hayır. Her gün olmasa da onun bazı günler böyle huzursuz ve mutsuz olması benim kendimi kötü ve rahatsız hissetmeme yol açıyor. Bugün onlardan biri. Saat 11.00 de konuştuğumda ofise geleceğim, sen nerdesin,yanımda ol, benle oyna cümleleri içeren ağlama arası diyologlar yaşadık. Bir an ofiste volta atıp düşündüm eve gitmeyi, onu huzura ve mutluluğa boğmayı. Ama randevular,telefonlar,yapılacaklar.....Kızımdan önemli değil hiç biri diye düşünürken aklım ve vicdanımı kavga eder halde buldum. Biraz sakinleşeyim, bir çay.. Yarım saat sonra açılan telefonda kızımın ablasının saçlarını okşayarak su içiyor olduğunu ve tüm fırtınanın dindiğini öğrendim. Sıkışan içim biraz dindi. Tekrar tekrar düşündüm. Kızım doğduğundan beri sorduğum soruya yeniden cevap aramaya çalıştım. Annelik neydi ? Annelik nasıl bir şeydi? Annelik= ???? Cevap olarak aklıma ilk gelen hep "vicdan" , "sorgu" , " endişe" ve pek tabii ki "mutluluk". Bu sorgu sual bitecek gibi görünmüyor. Değil mi ki annem hala keşke senin ismini Zühre değil de başka birşey koysaydık, pek eski bir isim oldu diye kahreder kendini ve ben de hala ismimi çok sevdiğimi zikretmek zorunda kalırım yıllardır :)) Ve daha pek çok şey için vicdan yapar durur , hatırımızda bile olmayan.


Günün geri kalanı sakin bir liman. Bakalım bir sonraki lodos ne zaman ?

12 Temmuz 2010 Pazartesi

ÇAĞRI


BUGÜN SENİ BEKLEYECEĞİM
ADIM ADIM BANA YAKLAŞMANI
DİNLEYECEĞİM.



RÜZGAR FISILDAYACAK KULAĞIMA,
ADINI.
TEKRARLAYACAĞIM DEFALARCA.
EZBERLEYECEK RUHUM TUTKUYLA
HER SANİYE HER DAKİKA SÖYLEYENECEK
ISRARLA.



BİLİYORUM GELECEKSİN.
BİR BİR KIRILIRKEN KALELERİN
SEN DE İSTEYECEKSİN.
AŞK MAĞDURU YORGUN BU KALBE
GELDİM ! DİYECEKSİN.



BUGÜN SENİ BEKLEYECEĞİM
ADIM ADIM BANA YAKLAŞMANI
DİNLEYECEĞİM.


YELKOVAN AKREBİ KOVALARKEN
BEN DURUP SENİ SENİ SENİ BEKLEYECEĞİM.









ZÜHRE






30 Haziran 2010 Çarşamba

GERÇEK


BİRDEN GELSEN

APANSIZ, ANİDEN.

SIZSAN YAĞMUR GİBİ PENCEREMDEN

YÜRÜSEN ODALARDA

SOLUĞUN DOLAŞSA ISLAK, NEMLİ

ÜZERİMDE..





VE BEN ŞAŞIRSAM.. SEVİNSEM..

SEN MAĞRUR,GÜÇLÜ

SARSAN KOLLARINLA ÇINAR.

GÖVDENDE,TENİNDE BÜYÜSEM SARMAŞIK.

SONRA ÇİÇEK AÇSAM RENK RENK

KOPARMASAN, BÜYÜSEM.

SOLMASAM.





HEP VAR OLSAN, GERÇEK !

DÜŞ ,YARINLAR İÇİN.

BUGÜN SADECE GERÇEK.








ZÜHRE



29 Haziran 2010 Salı

OPERA ŞEHRE İNDİ VE CAZZZZZZZZZ GELDİ !




Programımın yoğunluğu kaleme aldığım yazıları tamamlamama engel oldu. Evet Opera şehre çoktan indi. Her zaman ümit ettiğim ama taşın altına elini kim koyar diye de merak ettiğim bir opera festivali başladı. İşin maddi boyutunu üstlenen yani taşın altına elini koyan Deniz Bank oldu. Ne de iyi oldu ! Kültür ve Turizm Bakanlığı , İstanbul Valiliği ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin desteği de bulunmakta. Katkıda bulunan tüm kurumlara teşekkür eder ayakta alkışlarım.

Festival dört hafta sürecek. Programına baktığımda G.Rossini'nin Sevil Berberi, Mozart'ın Saraydan Kız Kaçırma, Verdi' nin Aida' sının dışında operaların programlarında görmeye alışkın olmadığımız operalar mevcut. İçlerinde bana en ilginç gelen ve çok merak ettiğim Ludger Vollmer' in müzikleriyle operaya uyarlanan Fatih Akın'ın yazıp yönettiği " Duvara Karşı " sinema yapıtı.

Gösterim yerlerinin tarihi yapısının prodüksiyonlar için ayrı bir enerji yaratacağı düşüncesindeyim. Saraydan Kız Kaçırma ' nın Yıldız Sarayı'nda sergilenecek olması benim için ayrı bir heyecan yaratacak.

Festivale sekiz farklı opera prodüksiyonu yer alacak. Ankara, İzmir, İstanbul, Antalya ve Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin yanı sıra Berlin ve Bremen Operaları da konuk topluluk olarak yer alacaklar. Benim sonraki yıllar için ümidim la Scala ve Metropolitan Oreları'nın gelecek olması. Düşüncesi bile yüreğimi sıkıştırmaya yetiyor.

Bu arada 17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'de başladı. 1-20 Temmuz arası sürecek festival programı her sene olduğu gibi bu sene de MÜKEMMEL ! Kimler yok ki ! İsteyen detaylı programa bakar tabii ama ben en sevdiklerimi bir çırpıda sıralayacağım : Chick Korea, Tony Bennet , Seal, Stanly Clarke..... Tünel Şenliği, Caz Vapuru, Genç Caz Konserleri, Sokak Konserleri ... kısacası bu sene CAZ HER YERDE OLACAK ! Ben opera ve caz tutkunu olarak çok ve çooooooook heyecanlıyım arkadaşlar !

Herkese notların eşliğinde hiç bitmeyecek melodiler dilerim !




25 Haziran 2010 Cuma

HİÇ




Öptüğüm başka bir dudaktaydın dün

Hafifçe göz kırptın, burdayım.

İnanmadım ,o dudakta sen !

Ben hala sen ..




Sevdiğim , sende ben!

Ben seni hiç sevmedim.

Sevmedim, bendeki seni.

Bendeki yokluğun,soğukluğun

Bendeki izsizliğin,solukluğun

HİÇ, hiç sevmedim.




Sevdiğim, sende ben!

Sendeki cesaretim,başıboşluğum

Sendeki göze aldığım,sıcaklığım

Sendeki kanatlarım,uçuşlarım,hayallerim.

Ben seni HİÇ sevmedim

HİÇ, hiç sevmedim.








ZÜHRE

23 Haziran 2010 Çarşamba



Adresi yanlış yerde arayanlar hergün kalkan tabutların ardından bakıp pusulalarını değiştirmeleri gerektiğini öğrenmişler midir ? Zaman gösterecek.

Cumhuriyetine, bayrağına sahip çıkan, çıkmaya çalışan vatan evlatlarını elleriyle tabuta koyanlar bu kanın kirlettiği ellerle nereye dokunsalar kirletecek, lekeleyecekler. Temizlenmesi için çok süre gerekse de denesinler. Adresin doğru yere varması tek dileğimiz, tek çözümümüz, tek kurtuluşumuzdur.

Tüm şehitlerimizin ruhu şad , mekanları cennet olsun !

ÖDÜL


Sevgili PUZZLE ve BEKDİK bloğumu The Trendy blog ödülü ile ödüllendirmiş. Bloğunu açmayı başaramadığım sevgili Didem de sanırım aynı ödülü göndermiş bana. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.
Trendy Blog Ödülü'nün yerine getirilmesi gereken kuralları var :
1- Bloğunuzda ödülle ilgili post hazırlamak (Size ödülü veren kişiye teşekkür etmek )
2- Postunuzda bu ödüle uygun bulduğunuz 10 blog arkadaşınızı belirtmek.
3- Postunuzda ödülün logosunu yayınlamak ( Trendy Tree House URL Linki vererek )
4- Ödülü verdiğiniz 10 blogcuya, aynı kurallarla kendi seçecekleri 10 blogcuya haber vermelerini sağlayacaksınız.
Ama döndüm dolaştım, baktım seçtiğim arkadaşlarımın çok büyük bir çoğunluğu başka blog arkadaşlardan bu ödüle sahip olmuş. Ben teker teker yazmak yerine beni okuyan tüm blog arkadaşlarıma bu ödülü gönderiyor, hepsine teşekkür ediyorum.
Sevgilerimle !

14 Haziran 2010 Pazartesi

BİR KADIN- BİR ERKEK


Kadının gözleri yerde dudakları titriyordu.Erkek ise kadının küçücük ellerini sıkıca tutmuş ısrarlı gözlerle ona bakıyordu. "Mümkün değil, "olması mümkün değil" dedi usulca kadın. Erkek "Olacak ! Ben olduracağım" dedi inanç ve aşkla.

Kadın İzmir'in Kadıfekale semtinde doğmuş , 13 yaşına bastığında imam olan babası onu zengin bir paşazadeye gelin etmişti İstanbul'a. Zengindi zenginliğine ya ama koca dayağı yanında bir de kayınvalideden dayak yemek çok ağrına gidiyordu. Üst üste iki oğlan çocuğu doğurmuş olmasına rağmen gördüğü eziyet karşısında bir gün iki çocuğunu da alıp baba evine dönemeyeceğini de bildiğinden çekip çıkmıştı evinden. İlk zamanlar yerini gizli tutmak için neredeyse kaçak yaşar olmuştu. Paşazede gittiği tüm yerleri bulmuş, önce eziyet, eziyete boyun eğmeyen karısını bu sefer tatlı konuşarak ikna etmeye çabalamış ama sonucun değişmeyeceğine ikna olunca da nikahını vermek için fazla direnmeye gerek duymamıştı. Onu bu mücadeleden alıkoyan en büyük sebep analarına koz olarak kullanmayı düşündüğü iki oğlunun da babalarıyla kalmak istemeyişi olmuştu.

Kadın , bir komşusu vasıtasıyla Karaköy'de büyük bir şirkette çalışmaya başlamış kendisinin ve çocuklarının nafakasını çıkarır olmuştu. Mutluydu; en önemlisi çocuklarıyla huzurlu bir evi ve dünyası vardı. Hemen herkesle rahatça iletişim kurar, tatlı diliyle çözümsüz gibi görünen tüm hususları kolayca yoluna sokardı. Şirketteki ilk yıl tahmin ettiğinden de kolay ve güzel geçmişti.

Erkek çok genç olmasına rağmen iri cüssesi ve ciddi tavrı sebebiyle yaşından oldukça büyük görünüyordu. Bolu'dan İstanbul'a çok küçük yaşlarda gelmiş , okuyamamış, kendini bildi bileli de Beyoğlu'ndaki çeşitli restaurantlarda her türlü işi hiç yüksünmeden yapmasıyla yarına hazırlanıyordu. Yarınları için büyük umutları vardı. Kah garsonluk,kah aşçı yamaklığı; bu sefer ise çalıştığı restaurantın şirketlere yemek servisliğini yerine getiriyordu.

Karaköy'deki şirkete yemek siparişlerini götürürken o zamana kadar hiç görmediği belki de fark etmediği kadını gördü. Gözleri takıldı. Kadının yüzünde huzurlu ve kendinden emin tavır, dudaklarında asılı kalan gülümsemesiyle baktığı evraklarda sanki dünyanın en güzel işini yapıyordu. Kimdi bu kadın ? Kafasında kısa bir duraksamadan sonra " Sana ne? " diye cevaplayıverdi yine kendisi. Kimse kim di?

Sabaha karşı eve gittiğinde sırt üstü yatıp o gün gördüğü kadını düşünmeye başladı. Ne kadar manalı bir yüzü vardı.Kocaman kahve rengi gözlerini çevreleyen kıvrık kirpikleriyle güzel taranmış simsiyah dalgaları saçları kafasına kazınmıştı. Bütün gün iş yaparken, siparişler için bir yerlere giderken aklında hep bu gözler vardı. Kafasını döndüğü her yerden ona bakacak , bakmasını ümit ettiği o kahverengi gözler !

Ertesi sabahı iple çekti.Öğle vakti yine aynı şirkete yemek servisi götürdü. Gözleri o masadaki kadını aradı . Ama bir yığın evrak dolu masada kimse yoktu. Daha fazla oyalanacak sebepte yoktu. Şirketten çıktığında kalbi kulkalarından çıkacakmış gibi atıyordu. Neredeydi kadın? Yoksa dün gördüğü bir rüya bir serap mıydı ? Çaresizce ağlamak istiyor ama iri cüssesi ve her daim ciddi tavrına hiç de yakışmayacağını düşünüp dudaklarını ısırıyordu. Ne oluyor bana diye düşündü. Dokuz yaşından beri gece gündüz çalışan, bu zamana kadar da aklına hiç kadın meselesi düşmemiş kendisini yadırgıyor ama kalbinin bu kez farklı çarpmasına engel olamıyordu. Ne yapıp edip bir sebep bulup geri dönmeliydi. Gün bitmesine yakın elinde beş adet bol fıstıklı kazandibi ile şirkete vardığında masada gördüğü kadın ile içine gün doğdu.Ciddi yüzüne yanlamasına etiket gibi yapışan gülümsemesine engel olmıyor kapıda hiç kıpırdamadan duruyordu. Onu ilk farkeden içerdeki şef oldu. Sonra diğerleri. Kadın gözlerini kaldırıp karşısındaki erkeğin gözlerinin onda olduğunu farkedip başını yine o tatlı gülümsemesiyle evraklarına eğdi. Erkek kendini toplayarak hemen şefe yönelip , patronun tatlı ikramını getirdiğini söyleyerek yine bir gözü kadında şirketi terketti.

İşte oradaydı, orada ! Demek ki gördüğü ne bir rüya ne de seraptı. Sevinç ve heyacandan çılgına dönmüş Karaköy'den Beyoğlu'na koşar adımlarla geçmişti. Hayatının kadını ve ilk aşkı olacak kadın için "Buldum, buldum ! " diye bağırırken bir taraftan da hiç kimsenin onda görmeye alışkın olmadığı gülümsemesiyle gelen geçene sarılıyordu.

Kadının gözleri yerde dudakları titriyordu. Erkek ise kadının küçücük ellerini sıkıca tutmuş ısrarlı gözlerle ona bakıyordu. " Mümkün değil, olması mümkün değil" dedi usulca kadın. Erkek " Olacak! Ben olduracağım " dedi inanç ve aşkla. Tam tersi gibi görünse de kadın erkekten 12 yaş büyük ve iki tane de çocuğu vardı. Olması gerçekten mümkün görünmüyordu. Ama erkeğin inanç ve sevgisine inat da eklenince erkeğin evlenmelerine muhalefet eden akrabalarından birkaç ay saklanmak zorunda kalmaları ve herşeye rağmen evlenmeleri , ölene kadar sürecek mutlu bir yuvanın başlangıç noktasıydı. En kötü günleri sadece kaçmak zorunda oldukları o birkaç ay olmuştu hayatlarında. Erkek, hiç baba sevgisi ve merhameti tatmamış erkek çocuklara baba, kadına ise gerçek bir koca olmuştu. Aşklarının ortak meyvesi bir erkek çocuk ile de bundan sonra hiç ayrılmayacaklarının ilanını vermiş oldular akrabalarına.

Kadın 83 yaşında vefat edene kadar erkek onun yanındaydı, yanıbaşında. Çok ama çok mutlu bir hayatları , yıllara meydan okuyan harika bir aşkları vardı. Hayatımın aşktan ötürü yara alan en zor zamanlarımı onların yanında sararak geçirmem yine onların muhteşem aşk hikayeleri ile mümkün oldu. Bugün erkek hayata gözlerini yumarken, kadınına kavuşacağı heyacanı içinde hiç umutsuz değildi. Gözlerinde yıllar öncesinin inancı, aşkı ve heyecanı içerisinde onu bitiren hastalığına hiç direnmeksizin , sevdiğine kavuşacak olmanın telaşıyla hepimize elveda dedi.

Bu dünya sahnesi böyle bir kadın ve erkeğin aşkı ile herşeye rağmen umudu , inancı ve sevgiyi toprağına nüfus ederek çoğalmayı salık etti...


9 Haziran 2010 Çarşamba

PLACİDO DOMİNGO

80'li ve 90'lı yıllar operaya tutkuyla bağlı olduğum yıllardı. Zeynep Oral'ın kaleme alıp Leyla Gencer 'in hayat hikayesi " Tutkunun Romanı" , başucu kitabımdı . Her satırını ezbere biliyor olsam da ayırmazdım başımdan. Erkek tenor favorim ise Pavorotti' ydi. Ta ki 1994 yılında almış olduğum bir albüme kadar. " De Mi Alma Latina " !

İşte bu albümden sonra favorim İspanyol tenor Placido Domingo oldu. Bir popstar ya da genel deyimle bir artist karşısında saçını başını yolan ,iç çamaşırlarını atan kızları hiç anlayamamış ,fanatizm ve radikalizm'e de her daim karşı olan bu fani , söz konusu albümü her dinlediğinde Domingo ile hiç bilmediği Buenos Aires sokaklarında dolaşmak , gözlerimin içine bakılarak Sin ti' yi dinlemek , Adios ile sahile vurmak; daha da ileri gidip Madam Butterfly olup Pinkerton'un ihaneti karşısında gözyaşı döküp yalvarmak ister . Başrollerde hep ben ve Domingo...

Sanırım bu hayaller yeni yetme genç kızlarınkinden biraz farklı ama beni çok mutlu eden masum hayaller. 1994 den beri hiç azalmayan sevgi ile dinliyorum Domingo'yu.

Opera hayallerim ise yıllarca devam eden şan dersleri ve birkaç arya söyleyebiliyor olmanın ötesine geçemedi. Hem de tüm çaba ve göze aldığım tüm tehlikelere rağmen. O sahnede olma hayalleri şimdi gerçek hayatın eğlencesi, avukat hanımın kafasını dağıtmanın yollarından biri olarak düş dünyasındaki rafta, her an çıkmaya hazır sıra bekliyor.

Sizlere Gracias A La Vida ile veda eder notaların her daim eşlikçi olduğu, hayallerin hayatı esir almayıp tatlı bir esinti yarattığı yaşam dilerim.




8 Haziran 2010 Salı

YAĞMUR


Bu nasıl bir yağmur ? Gökyüzü delindi sanki. Bana İzmir'de yağan yağmurları hatırlattı. Böyle yağarken bir de ona çat çat diye ses çıkaran şimşekler eşlik eder ve ben nereye saklanacağımı şaşırırdım.Hala da çok korkarım şimşekten. Sokakta yakalanırsam mutlaka kedi gibi girer saklanırım ya bir apartmana ya da daha farklı güvenli bir yere. Dışarıda olmayayım yeter.


İzmir yağmurlarının burdakinden farklı bir özelliği de yağmurdan yarım saat, ya da en fazla bir saat sonra tabak gibi güneş bir yerden çıkar ve her yer süt liman misali durulur, hayat devam eder. Burada gökyüzü bir türlü göstermez kendini nazlı kız misali. Gri bir hava, kafana kapatılmış fanusu hissettirir hep sana.Ama İzmir'de naz yok , kapris yok ; açılıp saçılır zilli sarman güneşi. Sarar ruhunun en gizli bahçesini, çıkarır ortaya sır bildiğin tüm güzelliklerini.


Sabah geldim gelmesine ofise ama arabamın önüne takılı plakam yok ortalarda. Sulara fazla direnemiş olacak.. Annemin İzmir'den gelme ihtimali de ortadan kalkınca içime çöreklenen sıkıntı bir türlü beni terketmiyor. Şu iki gündür herşey ters gidiyor.Biliyorum bunlar son yağmurlar, bitip gidecek ve benim tüm sıkıntımla birlikte veda edecek. Böyle istiyorum, böyle umuyorum; yapılacak birşey olmadığında ummacıya yatıyorum.


Yarına olan umutlarımla elveda diyorum..


27 Mayıs 2010 Perşembe

GÜZEL IŞIK


2003 yılında tanışmıştım kendisiyle. Ona gelinceye kadar ecel terleri dökmüş çok ama çook korkmuştum. Gittiğim ilk doktor bir göğsümde ve popo kısmında başlıp bacaklarıma inen yerlere yayılan sivilceye benzeyen siğilleri gördüğünde irkilmiş, biraz geriye çekilmiş ve bunun çok tehlikeli bir hastalık olduğunu hemen biyopsi yapılması gerektiğini söyleyerek gün vermişti. Duyduklarımı reddeden kulaklarım ağzımla işbirliği yaparak tekrar tekrar sordu; neden diye. Doktor bunun bulaşıcı olduğunu ve partnerimde de aynı sorunun olup olmadığını hatta partnerimden geçmiş olabileceğini söyledi. Daha da şok oldum.Çünkü henüz nişanlıydım ve nişanlım da yannımdaydı. Bir süre önce Beyoğlu'nda gitmiş olduğum kuaför ve güzellik salonu aklıma geldi. Oradan kapmış olmalıyım dedim ama doktorun bana tiksinmeyle karışık duygularla baktığını ve benden uzakta durmaya çalıştığını hissettim üzüntü ve kızgınlıkla. Kaçarcasına çıktım dışarı. Hayır dedim, mümkün değil. Başka bir doktora daha gideceğim. Bu arada nişanlım şoktan çıkamıyor ve ne yapacağını şaşırmış benim yönlendirmeme ihtiyaç duyuyordu. Hemen kısa yollu bir araştırma yaparak Türkan Saylan'ın bana çok yakın bir hastanede görev yaptığı bilgisini aldım. Bu zamana kadar hep tv ekranlarından görmeye alışkın olduğum ve bilime katkıları , sosyal alandaki çalışmalarından dolayı hayranlıkla izlediğim kızıl saçlı ve çilleriyle Türkan Hanım karşımdaydı. Beni muayene etti ve sıcacık gülümsemesiyle hiç önemli birşeyim olmadığını, bir yerden eneksiyon kapmış olabileceğimi ve bunların ufacıcık bir yakma olayıyla temizlenip hayatıma kaldığım yerden devam edeceğimi söyledi. Elleri sırtımda gözleri gözlerimin içinde. Diğer doktorun teşhisini anlatığımda yine sıcacık bir tebessüm ile teşhisi reddetti. Yüzde 99 gittiğim salondan kapmış olduğumu söyledi. Kendimi onun ellerine teslim ettim. Siğiller yakıldı ve bir daha çıkmamak üzere bedenimi terketti.


Hastaneden yanındaki şöförle ayrılırken beni giriş kattaki koltuklarda oturmuş görüp ,şaşırdı.
"Neden hala buradasın? "

" Çıkış işlemlerimdeki aksaklığı gideriyorlar"

" Ama bu kadar uzun sürer mi hiç canım. Sen yeni operasyondan çıktın."

Bankodaki görevlilere doğru giderken Hay Allah hiç olur mu deyip başını bir sağa bir sola sallayıp çözüm bulamaya çalışması bu zamana kadar aile doktorumuz hariç hiç bir doktordan görmeye alışkın olmadığım bir tavırdı. Ayağa kalktım, gerçekten iyi olduğumu ve üzülmemesi gerektiğini söyledim. Keza şöförü bekliyor ve bir yere yetişmelerini gerekli gösteren acele bir tutum izliyordu. Ama o hiç oralı olmadı.Benim oradan bir an önce ayrılmamı sağladı ve ondan sonra gitti.


Şimdi elimde gecikmeli olarak aldığım Ayşe Kulin tarafından kaleme alınan "Tek Ve Tek Başına TÜRKAN" kitabı var. Her sayfasını özümseyerek ve okşayarak okuyorum. Yaptıkları ve kattıkları o kadar çok ki insanlığa ve memlekete... Okurken tıkanıyorum. Sırf aydınlığa adanan bir hayat sunmaya and içmiş biri olduğu için vedaya hazırlandığı bir dönemde görmüş olduğu muamele affedilir gibi değil. Devlet kademesinden ve hükümet kabinesinden tek kişinin katılmadığı törende tüm sevenlerince , iyileştirdiği hastalarıyla ve okuttuğu kızlarıyla uğurlandı Türkan Anne.

Yaktığı mum her daim yanacak her türlü fırtına ve yağmura rağmen tüm dönemlere ve seslere inat; belki her zamankinden de fazla bir ışıkla...

25 Mayıs 2010 Salı

ÜÇ HARFLİLER


Yıllar önce mesleğin ilk yıllarında almış olduğum bir ceza davası başıma iş açmış ,bir dizi tehditlere rağmen bıçkın avukat olarak davayı sonuçlandırmış , sanığı cezaevinden çıkartırken de tövbe etmiştim. Bir daha ceza davasına bakmamak üzere verdiğim sözü , yıllar sonra haklılığına yüzde beş yüz inandığım biri için bozmak zorunda kaldım.

Davanın başından beri savcıya takıkım. Ben aslında tüm savcılara takılmış durumdayım. Savcılar iddia makamını temsil ederken biz avukatlar da savunma makamını teşkil edip salonlara doluşuyoruz. Buraya kadar tamam. Ama neden savcı hakimin yanında oturur işte burada kalıyorum yani buna takılıyorum. İddia makamı ve savunma Yüce Mahkemenin altında yer almalı, karar verme iktidarına sahip tek kişi olan Hakim tek başına makamını doldurmalı. Takıldığım bu husus aslında pek çoğu hukukçu tarafından eleştirilir , değiştirilmesi istenir bir durumdur. Nitekim geçen yıllarda böyle bir değişiklik yapılması öngörülmüş, tartışmaya açılmış ama olduğu yerde kalarak yasalaşamamıştır.

Savcı ve hakimler sabah 9 akşam 6 çalışıp odaları yan yanadır ve pek çok adliyede de aynı odayı paylaşmak zorunda kalmışlardır. Kendi aralarındaki samimiyet biz avukatları ortadan çatlatacak vaziyete varmıştır. Bu samimiyet savcıların zaman zaman kendilerini hakim sanarak yeri geldiğinde avukatı paylamaya kadar giden bir durum yaratmaktadır. Hoş hakimin de böyle bir hakkı yok ya ancak burası Türkiye gerisini hiç anlatmayayım...

Karar çıkacak, Hakim münazara için avukatı dışarı çıkartır ama savcı hakimin yanına kurulmuş beklemektedir. İddia makamı olarak karar aşamasında o salonda işi bitmesine rağmen hakim salondan çıkartılmasına gerek duymaz savcıyı. Bu hep böyledir. Böyle olmuştur ve böyle gitmektedir. Sana ne be kadın ! Sana mı kaldı düzeni değiştirmek ! Ama bu uysal görünen kadın ne zaman , nerede ve ne şekilde ağzından çıkanlara dur diyemediği gerçeği varken bakalım daha neler yaşayacak....Gelelim duruşmaya. Duruşma sırasında mütemadiyen uyuyan savcı yükselen alçalan ses tonuna göre uyanıyor ve bana bakarak gözlerini boğazı kesilen koyunun can vermesi misali yana börtürerek tekrar dalıyor. Aman Yarabbi içim daralıyor. Sonra çaycı içeri girip Hakimin masasına çay koyuyor. Ve hakim paketinden bir sigara çıkarıp tellendiriyor. Bana ateş basıyor. Diğer avukatla göz göze gelip "ne yapacaksın kader bu " gibisinden kaşlarını yukarı kaldırıp başını yana eğiyor. Kulaklarım sinyal veriyor. Sağ omuzumdaki " sakın ha sakın !" diyor ama ses uzaktan geliyor. Derken hakim lütfen dışarı diyor biz avukatlara. Hah işte burada ben kırmızıyı görmüş boğa gibi burnumdan toz püskürtüp bir yandan da yere ayak sürürken " Savcı Bey de çıkacak değil mi dışarı " dedim. Uyuyan savcı beni bekliyormuş; açtı gözümü buruşturdu yüzünü. Anlayamadı önce, tabii hakim de. " Nasıl ? "dedi Hakim. " Bayağı " dedim. " İddia makamı yanınızdayken mi karar vereceksiniz ? " Sağ koldaki " sus be kadın sus eceline mi susadın, sana mı kaldı yer nizam bildirmek " diye sarsarken hiç oralı olmadım. Geldi bir kere hem de bir tanesi değil ,hepsi birden üşüştü başıma, tüm üç harfliler; topluca iş başındalar ! Hakim afalladı, savcı henüz ayılamadı. Bir an ne diyeceğini bilemeyen hakimden istifade , bu durumun bir an önce değişmesinde fayda olduğundan girerek gelenek hukukundan çıkmaya çalışırken Hakim'in " Çabuk dışarı !!!! " lafıyla irkildim. Öö demeye çalışırken bir daha " Çık dışarı !!! " . Ööö' nün geri kalan kısmını koridorda diğer avukata tamamladım...Bir iki derken , içilen acı türk kahvesinden sonra tepemde kalan son üç harfli de terketti beni. Kaldım mı bir ben bir ben başbaşa. Bir yandan Müvekkil " avukat hanım yaktın beni " der....Offfff kadın offfff ! Neden böylesin sen, neden bir bir gelirlerken şunları kovmayı başaramayıp kalırsın bir başa !... Ard arda içilen çaylar ve voltalardan sonra kapıyı açan mübaşirle gözgöze geldim. Dudağını çarpıtarak kıs kıs gülümsemesine oralı olmadan kuyruğum kısılı ama başım yukarda salona girdim. Hakim önce bir dakika bana baktı; bir saat gibi geldi. Bir daha böyle bir densizlikle karşılaşması durumunda hakkımda gerekli işlemlere girişeceğini, yaptığım densizliği mesleki gençliğime verdiğini ( sol omuzumdaki hahahhaaaaa genç değil ki,yeni değil ki, değil ki ,değil ki diye zıplaya dursun dinlemedim bu kez) veeeeeeee
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ : TCK' nın ilgili madde uyarınca sanığın mevcut deliller ve dinlenilen tanıklar gözönünde tutularak suçu işlediğine ilişkin yeterli kanaat oluşmaması neticesinde sanık şüpheden yaralanır ilkesi çerçevesinde BERAATİNE karar verilmiş olup......

Duruşma zaptı elimde , ben müvekkil tepesinde, dudağımda 10. yıl marşı çıktık zaferle bir daha ki sefere.



22 Mayıs 2010 Cumartesi




Tam üç yıl önce bugün ertesi günü girecek ameliyata sevinç içerisinde hazırlanıyordum.Bu ameliyat benim tam 9 ay özlemle beklediğim bir olay ve yeni bir hayatın başlangıcı olacaktı. Evet sonunda kızımı elime alacak onu doya doya koklayacaktım.....




Hayatımın sonuna kadar koklamaktan bıkmayacak çiçeğim o benim; balım balkızım ! Yarın dört yaşına girerken hayatımızdaki muhteşem değişiklik ve yaşattığı olağanüstü güzellikler için müteşekkirim Yaradan'a .




Kelimeler ilk defa yetersiz kalırken bana, herkese iyi pazarlar diliyorum.














20 Mayıs 2010 Perşembe

SESLER YÜZLER SOKAKLAR (*)




Gün ışığının keskin rengine alışmaya başlayan gözlerim bulutların gölgelediği ahenkle rahatlarken ruhum da boşalan yağmur sesiyle birlikte dinginliğe erdi. Yağmurun yere düşerken çıkardığı ses ve resim beni özlemlerimin çok olduğu yıllara kondurdu.

....

(*)Yankısı kalmadı seslerin odalarımızda
Sahipleri çoktan öldü fotoğrafların
Adımlarımızdan yoruldu yollar
Kaç hayat yaşadınız söyleyin
Sesler yüzler sokaklar


Sözler dökülürken dudağımdan , belki bin belki kaç kez söyledim ben bu şarkıyı hangi duygularla ne zaman , nerelerde ve kimlerle ... Kimler şahit oldu o zamana nerelerde ve kimlerle ? Hatırladım, hepsi hatırımda. Bazen acı bazen tatlı, bazen güzel bazen çirkin ama tamamen bana ait tüm zamanlarda bulunmak ruhumu yormuyor. Bilhassa , güç katan anılara sarılıyor ruhum ve bedenim şu ana inatla ve ısrarla. Kal diyor, biraz daha kal. Ne yaşadın ve ne hissettin, hatırla ! Unutma ! Unutmadan yaşa ve yaşlan . Yalnızlığın ve yaşlılığın en büyük gücü bu olacak sana, kavuşma ! Unutma, biriktir ve hatırla ! Çıkar çıkar bak hayatına....



Bana ait olan tüm zamanlara yaptığım yolculuk duran yağmurla birlikte son buldu. Yüzümdeki gülümseme kaybolmadan çıkan güneş hayat oyunlarının gizemini vurdu gözüme ve bir daha yüreğime.

....

(*) Unutulur mu yoksa bir gün
Sesler yüzler sokaklar
Bunca yaşamışlıktan sonra
Hiç unutulmayacaklar
Hiç unutulmayacaklar...






(*) Söz: Murathan Mungan
Müzik: Selim Atakan








9 Mayıs 2010 Pazar

ANNELER GÜNÜ


HER YAVRUSU OLANA ANNE DENİLEMEYECEĞİ GİBİ , KENDİNDEN BİR YAVRUSU OLMAYAN AMA CANLI SEVGİSİ, HASSASİYETİ VE SORUMLULUĞU TAŞIYAN PEK ÇOK KADIN ANNE 'DİR VE BU GÜZEL GÜNÜN SAHİBİDİR.


ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN !

5 Mayıs 2010 Çarşamba

SÖZ VERDİM



Yağmurdan kaçanları gördüm
Ama söz verdim kucaklayacağım diye
Kaçmadım
Farklıydı, hoş
Farklıydı, çok çok hoştu.

Gel ! Kaçmadım.
Koş! Durmadım.
Söz!
Bekledim.

Söz verdim.

Farklıydı.
Hoştu, yeniydi, doğmuştu.
Temizdi, güzeldi..
Kucakladım.
Islanmadım, koşmadım, hep bekledim.


Söz verdim.
ZÜHRE

3 Mayıs 2010 Pazartesi

BENİM GEÇMİŞ 1 MAYIS' LARIM









1 MAyıs ile ilgili geriye dönük hatırladıklarım iyi anılardan ibaret değil.

İlki kuzen Günün Çorbası ' nın doğumuna ilişkindir. Yıl 1 MAyıs 1978. Dışarıda in - cin top oynuyor. Kimsecikler yok. Hastaneye gidilirken köşe başı polis kaynıyor. Henüz altı yaşında olmama rağmen dışarıdaki olağanüstülüğü anlamamam mümkün değil. Herkesin yüzünde endişe ve korku.

İkincisi , apartmanımızın önündeki duvara yazı yazan gençleri balkondan izlerken polis arabasının orada bitmesiyle birlikte gençlerin çuval misali dövüle dövüle arabaya sokulmaları, işkence söylentileri, ağlayan anne ve babalar...

Üçüncüsü ağabeyimin üniversiteyi dışarıda okurken tatil için İzmir'e gelmesi ve okul arkadaşına İzmir'i gezdirmek niyetiyle Konak Meydanı Saat Kulaesi'nin önünde randevu vermesiyle başlayan 1 Mayıs macerası.

Yıl 1988 . O tarihlerde cep telefonu icat edilmemiş, belki de Türkiye'ye henüz gelmemiş. Biz Ağabeyimle muhakkak gitiğimiz her yeri haber vermekle birlikte, geç kalacağımız zaman da yakınlardaki telefon kulubesinden haber veren sıkı sorumluluk sahibi gençlerdik. Bu hususla ilgili anne-babamızı hiç üzmedik. Onlar da bizi istediğimiz her yere gönderme hususunda üzmediler.

Ağabeyim arkadaşıyla buluşmak için evden çıktığında öğlendi. O günün 1 Mayıs olduğunu hepimiz unutmuşuz. Akşam 21 olduğunda annem hareketlenmeye başladı. Bir balkona bir içeriye girip, durmadan saate bakıyor ve endişelenmesi ilerleyen saatle birlikte hız basıyor. O günün 1 Mayıs olduğunun hatırlanmasıyla birlikte annem ağlamaya başlar. Kesin bu çocuğu içeriye aldılar ,kesin ! diyerek dövünüyor, kendinden geçmeye başlıyor.. Babam ağabeyimin içeri alınmış olmasına hiç ihtimal vermediğinden annemin gösterdiği tepkiyi anlayamıyor sakin olmasını salık veriyor, her zamanki soğukkanlı ve sakin tavrından da taviz vermiyor. Ama annem... Hiç durmadan ağlıyor, evin içinde dört dönüyordu. Bir süre sonra dayanamayıp karşı komşumuz ve en yakın dostumuz , dert babamız Muammer Amca'nın kapısını çalıp derdini anlatmaya girdi. Babam da gençtir geziyorlardır zihniyetini içine gömüp anneme eşlik etmek zorunda kaldı. Bir iki karakol aranıp en sonunda yakın bir emniyet amiri bulunup ağabeyimin karakollardan birinde nezarete alınmış olduğu kesinleşti. Bir iki hatırı sayılır kişi araya koyulup gecenin 1.30 nda ağabeyim evine gönderilmek üzere serbest bırakıldı. Eve geldiğinde annem yeniden doğmuş gibiydi. İlk şok atlatıldıktan sonra ağabeyim olayı anlatmaya başladı. Arkadaşını Saat Kulesi önünde beklerken polisin biri yaklaşmış ve o günün 1 Mayıs olduğunu orada beklememesi gerektiğini söylemiş. Ağabeyim ayrılırken de başka bir polis düdüğünü çalarak yanına gelip ekip otosuna bindirmiş. Ne öğrenci olduğu, ne kimliğinin olduğu ne de başka izahlar dinlenmemiş, yetmemiş. Nezarette kartpostal satıcılarından tutun , öğrenci üniformalı bir sürü çocuk da bulunuyormuş. Nezaretten ayrılmak için imzasını alan polis o dönem Emniyet Müdürünün 1 Mayıs'ta ...... kadar kişiyi nezarete atma emri verdiğinden dolayı böyle yapmak zorunda olduklarını söylemiş, özür dileyerek bir güzel de sırtını sıvazlamış. Ertesi sabah okula gitmek için her zamanki durağımda beklerken gözleri kan çanağına dönmüş okul arkadaşımın ( yaş 17 ) hikayesini dinlerken ağabeyimle bir gün öncesinin kaderini paylaştıklarını öğrenmiş oldum. Biz de üzüntülü hatta traji komik olarak yaşanılan bu olay hangi evde hangi aileye gerçek bir trajedi yaşatmıştı; hiç bilemedik, bilemeyiz.
Geçtiğimiz 1 Mayıs ise evdeki misafirlerin kalabalıklığı sayesinde haber izlenemeden geçip gitti. Gece yatağımda o günkü olanları hayal edip içim cızz etti; kimbilir neler olmuştu. Ertesi sabah gazeteleri açtığımda Taksim Meydanı'nda halay çeken gençleri, Kemal Türkler'in el sallayan ve gülümseyen kızının resimlerini görüp yürekten şükrettim, sevindim, coştum ve ağladım. Yıllar sonra yürüyüşe açılan Taksim Meydanı kansız bir güne teslim olmuş 1 Mayıs gerçek bir Bayram şöleninde kutlanmıştı.

1 Mayıs 1977 de yaşanılanlar ve ölenler unutulmadı, unutulmayacak da ! Ancak 1 Mayıslar belki de bundan sonra bahar coşkusu ile birlikte yaşanılan ve tüm dünyada medeni bir şekilde kutlanılan huzurlu, mutlu ve umutlu bir İşçi BAyramı'na dönüşecek.

Umutla...










27 Nisan 2010 Salı

ILIK BİR MELTEM RÜZGARI ESTİ




( Hiç usanmadan her gün yiyebilirim)

































( Bu bencağızın aklı evde, bir an önce uçmak istiyor )













( Büyük aşk yaşanıyor )
























( Dede'li su keyfi )











10 gün önce sevgili ağabeyimin hazırladığı bir sürpriz ile İzmir'den meltem esintisi doldu evimize. Öyle sevindik öyle sevindik ki !
Gelir gelmez enginar dolması yapıldı. Balkız her gün parka götürüldü. Hatta civar anaokulu ve ilkokullar ziyaret edildi, sınıfa sokuldu, öğretmenlerle sohbet edildi. 23 Nisan şenlikleri izlendi. Kurulan stadda önce çocuklar dans etti, Balkız onlara eşlik etti sonrada tek başına kurulup sahnede dans etti.

Sabah - akşam anneanne ve dede ile kuduruldu , her türlü talepleri yerine getirildi, tüm şımarıklıkları hoş görüldü . On dakikada bir " Aaaaannaneeeee benim çişşşşimmm geldiiiiii " deyip oturağa oturuldu. Dede kucağında sular içildi , keyif yapıldı. Bol bol şarkı söylendi, bir sürü masal okundu. Evcilikler oynandı. Anneannenin sırtında gezinildi. Her akşam Kocişle benim tutulan sırtlarımıza kupa tutuldu. Miniminnacıcık bahçemize hep isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım çiçekler ekildi, temizlendi. Kısacası evdeki rüzgar hepimizi sarıp sarmalıyıp iyi eti. Yarın İzmir'e doğru esecekler. Biz ise bir daha ki rüzgara kadar gözümüz yolda, gönlümüz onlarda bekleyeceğiz .




16 Nisan 2010 Cuma

YİNE BİR FİLM !


Geçen perşembe yine bir festival filmi için sözleşildi. Kadro aynı. Ben ofisten geçeceğim hiç eve uğramadan ki Balkız tam bulmuşken kaybettim duygusu yaşamasın. Ancak akşama doğru Bekir Ağabeyi'nin sürpriz toplantısı üzerine biz de lisede okuyan yeğenimizi üçlüyü tamamlamak üzere aramıza kattık. Buluşulup , Ada Kitapevindeki tüm kitaplar talan edildikten sonra Saray Muhallebici'ye gidildi. Ben henüz bu yeni yerlerine alışamadım . Aklım ve mevcudiyetim öte yanda kaldı. Yeni yerleri daha büyük ve çok katlı olmasına rağmen sevip, ısınamadım bu yere. Neyse film Atlas Sineması'ndaydı. Gala filmi, aynı zamanda Altın Lale için yarışan filmlerden biri. İçeri girdiğimizde ışığı gözümüze gözümüze giren kameralar ve pek çok tanıdık sima vardı. Bizim ufak yeğen bayıldı bu duruma. Hemen salona yönelmemize engel olmaya çalışıp ortam gözleme çalışmaları Esra ile benim hiç duymamış gibi yapıp kendimizi salona atmamızla birlikte sona ermiş oldu. Film başlamadan önce yönetmeni ve baş rol oyuncusu çıkıp kısa bir konuşma yaptı. Yönetmenin adı Tsai Ming-Liang . Daha önceki yıllarda İstanbul Film Festivali Altın Lale kazanmış. Konuşmasında komite üyesi olduğunu düşündüğümüz bayana neden bu filmini seçtiklerini anlayamadığını, çünkü bu filmin anlaşılması zor ve ağır bir film olduğunu, yarıda çıkmak isteyeceklerin hoş karşılanacağından bahsederken Eyyyyvaaaahhhh!! dedik. Komite üyesi bayan da cevap olarak yarışmaya katılan filmlerin seçilirken sanat ağırlıklı olmasına önem verdikleri cevabını duyunca da yandık gülüm keten helva şarkısını mırıldanmaya başladık. Birden içimin daraldığını hissettim. Sen tüm gün koş , yorul, bayıl , ayıl ; eve gitmek varken bırak gül gibi evladını düş sanat yollarına..olacağı buydu dedim kendime.

Filmin orjinal adı LIAN, türkçe adı SURAT . 2009 Tayvan- Fransa- Belçika- Hollanda ortak yapımı. Fransızların tiyatro kökenli ünlü kült oyuncu Jean Pierre Leaud, Jeanne Moreau' nun yanı sıra ünlü model Laetitia Casta ve yönetmenin 20 yıldır her filminde yer alan Çinli oyuncu Lee Kang- sheng var. Louvre Müzesi tarafından ısmarlanmış olan film başladı..İlk 20 dakikasında içimdeki sıkıntı tavan yapmaya başladı. Bir türlü konu yok ortada. Herşey kopuk kopuk ve absürt. Bizim ufak yeğen hafiften hafiften kıpırdanmaya başladı. Yarım saat sonra ufaktan ufaktan seyirci çıkışa doğru kayıyor...Üstüne bir de müstehcen sahnelerin çokluk göstermesiyle birlikte bizim yeğen yüksek sesle söylenmeye başlayarak kafasına montunu geçirmez mi? Gülelim mi ağlayalım mı ne yapacağımızı şaşırdık. Bir yandan montunu çekiştiriyor Esra bir yandan rahat dur ikazları veriyor. Ama yeğen ortamdan fena derecede koptu. Sürekli sapık mı bunlar, Allah cezalarını versin , öffffffff , ufffff , bayıldım , sıkıldım, ne biçim film bu ile devam eden söylenmeler... Çıkacağız ama öyle bir yere oturmuşuz ki tam orta sıra, ara yer. Niyetlenip niyetlenip oturuyoruz. Bu arada filmin kaçıp kalkılabilecek yerleri bomboş. Fırsatını bulan kaçıyor. Bir an içim geçti, midem bulandı ve bayılacak gibi oldum.Esra'dan saatin 00.00 olduğunu öğrenir öğrenmez bir refleksle ayağa kalktım Hadi ! dedim. Çıkarken yönetmenle burun buruna geldik; salona giriyordu. Filmin de son kareleri olduğunu böylelikle anlamış olduk.

Yolda aklıma üniversitede yaptığımız "Sanat sanat için midir yoksa sanat halk için mi yapılmalıdır " tartışmaları geldi. Galibi olmayan bir tartışma bu. Ben o yıllarda her ne kadar "sanat sanat için yapılır " tezini savunsam da geçen yıllar ve sanata bakış açımdaki değişimler sonucu sanatın kendisiyle birlikte onu izlemeye alanları hassas terazi dengesiyle bir arada tutması gerektiğine ve gerekliliğine inanır oldum. " Sanat ne bir oyun ne de bir eğlencedir. O ancak ruhun dışarıya vurarak kendisinin göstermesi ihtiyacıdır." demiş E.G. Benite. Sanatın kendini teşhir ederken onu sahiplenecek varlıklara ihtiyaç duyması, bu gereksinme çabası boşa değil, sanatın tamamlayıcısıdır adeta.

29. İstanbul Film Festivali 18 Nisan' da bitiyor. Seneye daha fazla film ve yorum yapmayı arzu ederken herkese bol sanatlı günler dilerim !

8 Nisan 2010 Perşembe

OYUN BİTMEZ





Sürçülisan ettiysek affola der hep usta

Bitmez alkış sesleri, duyar sahneye fırlar

Mutluyuzdur orda hep, yaşam tatlı ve kısa

Bitmesin bu oyunlar ardı ardına





Ahh onlar unutulmaz oyunlardı

Belleğimde silinmezler

Coşturur, seyirciyi kırıp döker

Ağlatırlar, mahsundurlar bu oyunlar






Sancısız oyun olmaz

Eklenir sözcüklere hep

Her gece bitmez hazla

Oynanır orda burda

Hep baştan..






Işık söner... heyecan gider...

Alkış biter... hüzün çöker...

Oyun biter. Sus ağlama !

Kapkara bir sahne var ya ! BİR DAHA...










ZÜHRE





7 Nisan 2010 Çarşamba

ÖDÜL



Sevgili Sanat Notları " Yaratıcı Blogger Ödülü" göndermiş bana. Kendisine çok çok teşekkür ederim. İstanbul ve Türkiye'deki önemli sanat olayları ve gelişmelerini takip ettiğim, sanatçılarla ilgili biyografilerin de yer aldığı harika bir bloğa sahip kendisi. Ben bu ödülü pek hak edip etmediğim konusunda kuşkuluyum ama madem göndermiş, başım üstünde !

Bu ödülü alan kişi , hakkındaki 7 ilginç şeyi de yazacakmış. Belki hatırlarsınız ben bu hususta daha önce kuzen Günün Çorbası tarafından mimlenmiş ve yüzüm kızara kızara ilginçliklerimi dökmüştüm ortaya saça saça. Mim geldiğinden beri düşünüyorum ne yazabilirim diye. Pek sakınca yaratmayacakları bulup döküyorum yine ortaya:

* Herkes uyuduktan sonra uyuyamam, her taraftan çıkan sesler kulağımda büyür büyür ve otururum sabaha kadar.

* Yemek yenilirken ekmek kesmek görevinden hoşlanmam.

* Argo lügatım bir erkeği kıskandıracak kadar doludur ama kullanmam, kullanmamaya çalışırım, samimi olmak gerekirse sinirden deliye döndüğümde hiç kimsenin olmadığı zamanlarda kullanırım :))

* Operaya gidemem. En son 12 yıl önce gidip bir ay depresyona girmiştim.( En büyük hayalimdi ). Cd ler yetiyor bana.

* Çok mutlu olduğum zamanlarda koşmak ve ardından da uçmak dürtüleri kaplar beni.

Hımmmm düşündüm düşündüm ama daha fazla çıkaramadım .Umarım yeterlidir.

Mimleri herkes sevmiyor. Ama en önemlisi sürekli takip ettiğim, yazılarını okumaktan son derece zevk aldığım arkadaşlarımın hepsi bu ödülü hak diyor. Hepsinin yüreklerine ve ellerine sağlık diyor " Yaratıcı Blogger Ödülü" nü hepsine ithaf ediyorum.

Sevgilerimle herkese...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...